25 Kasım 2024 Pazartesi
Güvenlik Kaygısı Üzerinden Ülkeyi Esir Almak – Adnan Boynukara yazdı

Güvenlik Kaygısı Üzerinden Ülkeyi Esir Almak – Adnan Boynukara yazdı

Sahte güvenlik kaygıları üzerinden devleti, siyaseti ve toplumu ‘esir’ almayı amaçlayan tutum ve anlayışlar güvenliği sağlayamaz. Bilakis güvenliği tehdit eder, riski artırır ve öngörülemeyen hatalara yol açar. Çıkış; bu tutumun içerdiği komplikasyonları ortaya koymak, bu anlayışa izin vermemek, üretilmiş güvenlik kaygılarına esir olmamak ve siyasi mekanizmaları işletmektir.

Türkiye, kuruluş sürecindeki koşulların etkisiyle, güvenlik kaygısını önemseyen bir perspektife sahipti. Siyasal süreçler ve aktörler değişmiş olsa dahi, sürekli bir teyakkuz hali içindeydi. Kuruluştan beri var olan bu teyakkuz hali iki temel nedene dayanıyordu:

1. İmparatorluğun yıkılması ve yüzlerce yıl bir arada yaşamış halklar arasında çıkan çatışmaların yeni devleti kuran elitlerde oluşturduğu travma. Tabi buna Cumhuriyetin kurulduğu sırada Avrupa ülkelerindeki oteriteryan rüzgârın etkisini de dikkate almak gerekir.

2. Cumhuriyetin benimsediği vatandaş tasavvurunun sonucu olan ‘gayri makbul vatandaş’ kategorisi ve hak temelli siyasal talepleri. Bu nedenlerin sonucu olarak her türlü talep, siyasal bir mesele olmaktan ziyade, bir güvenlik tehdidi olarak kabul ediliyordu. İktidarlar değişse de tasnifleme ve tehdit algısı değişmiyordu. Bu yönetim anlayışının doğal sonucu ise vatandaşlara ilişkin kısıtlamalar ve yanlış uygulamalardı.

Hatırlanması Gereken İki Dönem

Kuruluş sürecindeki teyakkuz halinin yanı sıra, güvenlik kaygıları üzerinden ülkeyi ‘esir’ almaya ilişkin iki önemli dönemden bahsetmek mümkün. Başka bir ifadeyle; tehdit tanımlamasının, kışkırtmaların ve kendi hukukunu tesis ederek sonuç almanın geleneksel devlet mekanizmasının dışına çıktığı, siyasetin ise farklı gerekçelerle ‘göz yumduğu’ ve güvenliğin istismar edildiği iki dönem. Bu iki dönemin ortak özelliği ise sürecin içinde olan aktörlerin, NATO ile kurulan ilişkilerden sonra ortaya çıkan, gayri resmi Gladio örgütlenmesiyle olan ilişkileriydi. Dönemleri kısaca özetlemek gerekirse;

1. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ortaya çıkan örgütlenmeler ve bu örgütlenmeler üzerine bina edilen çatışmalı ortam. Özellikle de 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde ülkeyi ‘esir’ alan çatışmalı atmosfer. Dönemin temel özelliği, herkesin kendi tehdit tanımlamasıyla ürettiği güvenlik algısı ve bunun üzerinden de kendi hukukunu tesis etmek için çatışmanın tarafı olmasıydı. Tarafların tehdit algıları ve içine girdikleri şiddet ortamını Gladio ile aralarındaki ilişki üzerinden konuşmak gerekir.

2. 1990’lı yılların ortasında, güvenli bürokrasisi içinde yer alan kimi isimlerin, “PKK terör örgütü ile mücadele ediyoruz” diyerek ülkenin geniş bir bölümünde estirdikleri şiddet atmosferi. Dönemin temel özellikleri ise PKK ile mücadele alanının siyaset kurumunun sorumluluğundan çıkartılarak güvenlik bürokrasisine havale edilmiş olması ve bunun üzerine bir ‘organize bir suç ağının’ çökmesi. Bu ağ o kadar etkiliydi ki, olan bitenler üzerinden tüm güvenlik unsurları töhmet altında kaldı. Üzerinden zaman geçmiş olmasına rağmen bahsettiğimiz ağ ve arkasındaki dinamikler aydınlatılmadı. Ancak uygulanan yöntemler ve sürecin içinde yer alan isimlerin anlayışı ile Gladio yöntemleri ve anlayışları arasındaki benzerlik akılda kaldı.

Sonuç itibariyle bu iki dönemin ortak özelliği, üretilmiş güvenlik kaygıları üzerinden ülkeyi, siyaseti, toplumu esir almak ve hukuku yok sayarak ‘kendi hukuku’ üzerinden çözüm yolları üretmekti.

FETÖ’nün Güvenlikçi Mekanizması

Bahsettiğimiz bu iki döneme ilaveten üzerinde durulması gereken diğer bir dönem ise FETÖ yapılanmasının güvenlik ve yargıda etkili/belirleyici olduğu dönemdir. Bu yapıya ilişkin değerlendirmeleri yaparken; (1) örgütün, bilinen terör örgütlerinin aksine istihbarat ağı gibi örgütlenmiş yapısı, (2) devlet hiyerarşisi dışında bir hiyerarşi üzerinden süreci yönetmesi, (3) kuruluş sürecine ilişkin yapılan değerlendirmelerde Gladio’ya ilişkin atıflar ve (4) kendi hukukunu tesis etmek için fiili müdahaleden öte, tüm kamu imkanlarının kullanılması gibi hususları akılda tutmak gerekir. Saydığımız bu özellikleri nedeniyle, örgütün etkili olduğu süreç, cumhuriyetin kuruluş sürecindeki teyakkuz halinden ve yukarıda bahsettiğimiz iki dönemden oldukça farklıydı.

FETÖ yüze aşkın ülkede örgütlenmiş bir istihbarat ağı gibi çalışıyordu. Örgütün bu çalışma düzenini nasıl geliştirdiği önemli. Bu noktada üzerinde durulması gereken yer ise emniyet çalışanlarının ABD’de eğitime gönderilmesidir. Yapının bu özelliğini anlamak için bu süreci iyi analiz etmek gerekir. Çünkü hiçbir yerel örgütlenme, profesyonel destek olmadan bu noktaya ulaşmaz. Örgütün bu destek üzerine oluşturduğu mekanizma, birbirini besleyen iki farklı aşamadan oluşuyordu. Birinci aşama; güvenlik ve yargı bürokrasisinin önemli pozisyonlarını kontrol etmek, kontrol edilen yapı üzerinden terör örgütlerine nüfuz etmek ve etki altına almak, bu ilişkiler üzerinden soyut ve gerçeklikten uzak güvenlik riskleri üretmek, bunları raporlamak ve yönetim sürecinde olan siyasi aktörlerle paylaşmak, paylaşım sırasında mevcut durumu abartarak korkuyu derinleştirmek ve siyasilere ilişkin sahici olmayan riskleri varmış gibi göstermek. İkinci aşama ise gerçeklikten uzak bu verileri medya üzerinden kamuoyu ile paylaşmak, gündemde tutmak ve toplumsal hafızaya yerleşmesini sağlamak. Devlet, siyaset ve toplum koordineli çalışan bu iki süreç üzerinden ‘esir’ alınırdı.

FETÖ’nün Ürettiği Mekanizma Etkisini Kaybetti mi?

Devleti içeriden ele geçirmek isteyen FETÖ örgütlenmesi, 15 Temmuz kalkışmasından sonra, bir düzeyde, tasfiye edildi. Fakat asıl mesele, yapının ürettiği sahici olmayan güvenlik kaygıları üzerinden ‘esir’ alma yaklaşımının devam edip etmediği veya güvenlik aktörleri tarafından kullanılıp kullanılmadığıdır. Buna açık bir biçimde, “devam etmiyor” veya “kullanılmıyor” demek kolay değil. Çünkü 30 yıla aşkın bir süredir güvenlik bürokrasisi içinde örgütlenmiş ve yönetim süreçlerini biçimlendirmiş bir örgütten bahsediyoruz. Örgüte ilişkin isimler bilindiği için örgütlü yapıyı tasfiye etmek kolaydır. Ancak oluşturduğu anlayışı, yönetim tarzını, kurumsal hafıza haline getirdiği perspektifi ortadan kaldırmak kolay değil. Çoğu insan bunun farkında dahi olmayabilir. Çünkü alışılmış yaklaşımlar ile örgüt arasında ilişki kurmak ve bu nedenle de alışkanlıklardan vazgeçmek zordur. Bunun yapılabilmesi için ciddi bir siyasi perspektif ve güçlü bir demokrasi anlayışı gerekir.

FETÖ anlayışı ve yönetim tarzının bittiğini anlamanın yolu, örgütün geliştirmiş olduğu uygulamaların kullanılıp kullanılmadığına bakmak olabilir. Örneğin; kayıt dışı dinleme, imzasız-isimsiz ihbar mektuplarının delil olarak kullanılması, kolluk fezlekelerinin doğrudan iddianameye dönüşmesi, kolluk ve yargıdaki işlerin çözümü için inisiyatif kullanılması gibi noktalara bakmak, konuya ilişkin fikir verebilir. Süreç sağlıklı bir biçimde analiz edilirse, örgütün emniyet ve yargı içinde kurmuş olduğu mekanizmaların ve anlayışın, bir düzeyde, devam ettiği görülür. Asıl sorun ise bunun 15 Temmuz kalkışmasının ortaya çıkardığı travma üzerinden devam ettirilmesidir. Yani; üretilmiş güvenlik kaygılarını gerekçe göstererek hukuku ötelemek ve olan biten her şeyi terör kavramı üzerinden tanımlamak. Bu tür yapıların ve anlayışların panzehiri ise demokratik süreçlerin işletilmesidir.

FETÖ’nün ürettiği mekanizmaların ve anlayışın devam etmesinin yanı sıra, sorunlu olan diğer bir konu ise siyaset kurumuyla hiçbir ilişkileri olmamasına rağmen, kendilerini ‘devletin ve iktidarın sahibi’ gibi gösteren kimi isimlerin yaptıkları tehditlerdir. Hukuk devletinde, kişilerin kendi algıları üzerinden bireyleri tehdit etmeleri suçtur. Herhangi bir sorun varsa yapılması gereken şey hukuki süreçleri işletmektir.

Güvenlik Bürokrasisi-Siyasetçi İlişkisi

Bahsettiğimiz türden dönemlerin ortaya çıkmaması ve demokratik süreçlerin işletilmesi için önemli olan konulardan birisi de, güvenlik bürokrasisinin siyaset kurumuyla kurduğu ilişkidir. Partilerin siyasi söylemleri analiz edildiğinde büyük çoğunluğun, “devletin amacı, halka hizmet etmektir” ifadesini benimsediği görülür. Ama iktidar süreçleri ve özellikle de güvenlik alanında sergilenen tutumların zaman zaman sorunlu olduğu açıktır. Bunun sebebini ise güvenlik bürokrasisinin siyaset kurumu ile kurduğu ilişkide aramak gerekir.

Güvenlik bürokrasisinin belirgin özelliği, olan biteni gizemli bir dille izah etmesi ve konuya ilişkin soru sorulduğunda ise “şu an söyleyemeyeceğim şeyler var” ve/veya “sizin bilmediğiniz şeyler var” cevabının verilmesidir. Bunun karşısında ise genellikle susulur. Susmak, yanlış yapmaktır. Aslında dönüp, “bilmediğimiz ve söyleyemeyeceğiniz şey ne, böyle bir şey varsa ve bu ülke için tehlikeliyse konu yargıya taşındı mı” diye sorulsa, verebilecekleri bir cevabın olmadığı görülür. Çünkü sahiden farklı bir şey yoktur.

Buradaki ana mesele; topluma, siyasetçiye ve siyaset kurumuna karşı beslenen güvensizliktir. Bunu ise “taşradan gelmiş bu adamlar mı ülkenin güvenliğine karar verecek” ifadesiyle dışa vururlar. Şayet; ülkeyi yöneten siyasetçiler bu tür ‘küçük düşürücü’ ifadeleri duymazdan gelirse, susarsa ve soyut ifadeler, üretilmiş güvenlik kaygıları üzerinden vatandaş ‘tehdit’ kategorisi içine alınırsa, terör örgütlerinin ekmeğine yağ sürülür. Siyaset kurumuna ve sorumlu devlete düşen, terör örgütlerine müzahir olsa dahi, vatandaşın terör örgütlerine müzahir olmaktan vazgeçeceği demokratik bir siyasal iklim oluşturmaktır. Bu ise güvenlik bürokrasisinin değil, siyaset kurumunun işi ve sorumluluğudur.

Her Şeyi Terör Üzerinden Okumanın Ortaya Çıkaracağı Sorunlar

Olan biten her şeyi terör kavramı ve sahici olmayan güvenlik kaygıları üzerinden okumanın ortaya çıkaracağı sorunların ne olduğu meselesi önemlidir. Çünkü soyut ve üretilmiş korkular üzerinden vatandaşı kategorize etmek, devletlerin içine düşeceği büyük hatalardan birisidir. Bunun neden olabileceği olumsuzlukları özetlemek gerekirse;

1. Üretilmiş korkuları ve terör kavramını yerli yersiz kullanmanın neden olduğu en temel yanlışlık, devletin güvenlik reflekslerinin zayıflamasıdır. Sürekli bir biçimde üretilmiş güvenlik kaygılarını gündemde tutmak, onlar üzerinden güvenlik reflekslerini dizayn etmek, sahici güvenlik riskleri ortaya çıktığında tedbir geliştirme yeteneğinin yitirilmesine neden olur. Bu ise ülkeyi ciddi güvenlik riskleriyle karşı karşıya bırakır. Mesela; 28 Şubat üzerinden millete ‘racon’ kesenler, güçlü ‘yarı tanrılar’ olarak kamuoyuna sunuluyordu. Ancak sahici olmayan bu süreçten sonra, 15 Temmuz gecesi milletin izlediği TSK hali, bütün ordunun sorgulanmasına neden oldu. Son dönemde artan suni milliyetçi refleksler ile 15 Temmuz gecesi milletin hafızasını meşgul eden “bizim bir ordumuz var mı” sorusu arasındaki ilişkiye de bakmak gerekir. Ayrıca bu zaaflar ciddi bir dış tehdit durumunda ülkenin savunmasına ve bir iç karışıklıkta kamu düzeninin akıbetine dair ciddi soru işaretleri taşımaktadır.

2. Soyut veriler ve terör kavramı üzerinden vatandaşı kategorize etmenin diğer bir olumsuz sonucu, devlet ile millet arasındaki bağın zayıflaması, kopması ve vatandaşın ülkeye aidiyet duygusunda erozyon oluşmasıdır. Buna sessiz kalmak veya üretilen gerekçeleri sorgulamadan kabul etmek, millete ve devlete karşı yapılabilecek büyük yanlışlardandır. Bununla birlikte; bu duruma seyirci kalmak, sahici olmayan korkular üzerinden karar mekanizmalarını, siyaseti ve toplumu ‘esir’ alma girişimlerine ‘örtülü’ destek vermektir.

3. Yasaların ve yargı içtihatlarının yok sayılarak terör kavramının olabildiğince geniş kullanılıp toplumsal hafızanın biçimlendirilmesi, siyasal susturucuya dönüşür. Bu ise sadece hukuk devletine zarar vermez, aynı zamanda gerçeklikten uzak reaksiyonların ortaya çıkmasına ve kavramın kendisi üzerinden travma oluşmasına neden olur. O zaman da, bu travmanın oluşturduğu atmosferin üzerinden sörf yaparak toplumu dönüştürmek ve tek bir forma sokmak isteyenlere alan açılır. Kısa süre için ‘kazanım’ gibi görünse de, son tahlilde ülkenin geleceğini riske sokan sonuçlar üretir.

4. Akılda tutulması gereken konulardan birisi de, toplumsal yapıyı ve siyaseti terör parantezine hapseden her yaklaşımın, kaçınılmaz olarak sistem içerisinde yeni vesayet odaklarının doğmasına zemin hazırlayacağı gerçeğidir. Çünkü bu yaklaşım, güvenlik kurumlarına ve kendisini devletin sahibi gören anlayışlara siyasal bir mülkiyet inşa etme imkânı sunar. Bu ise sivil siyaset ve ülkenin geleceği açısından büyük bir risktir.

5. Üretilmiş güvenlik kaygıları yaklaşımında ısrarcı olmanın sonuçlarından birisi de, toplumun tek tipleştirilmesi ve siyasetin pasifize edilerek edilgenleştirilmesidir. Halbuki devletin asli görevi, toplumu dönüştürmek ve tek bir forma sokmak değildir. Çünkü devlet toplumun sahibi olmadığı gibi onun yol göstericisi de değildir. Toplum ile devlet arasında, devlet lehine hiyerarşik ilişki kuran her yaklaşım, kaçınılmaz olarak siyasal mühendisliğe kapı aralar. Bu ise siyasal ‘sahiplik ve yeni vesayet sistemlerine imkân tanır. Hâlbuki devletin temel vazifesi, toplumun kendi tercihleriyle, şiddete bulaşmadan, var olan hukuk çerçevesinde eşitlikçi bir hayat sürmesinin koşullarını sağlamaktır.

6. Türkiye Cumhuriyeti, iki kez milletin emeği, desteği ve fiili katkısıyla kurtarılmış bir ülkedir. İlki Kurtuluş Savaşı, ikincisi ise 15 Temmuz FETÖ kalkışmasıdır. Sahici olmayan üretilmiş kaygılar üzerinden milleti tehdit olarak görmeye başlarsanız, devletin millete ihtiyaç duyduğu anda, milletin sokağa çıkıp devletin yanında durmasını engellemiş olursunuz. Ülkenin geleceği açısından bu tutum kabul edilemez.

7. Güvenlik kaygısı ve üretilmiş korkular baskın hale gelirse herkes kendi kaygısı üzerinden tehdit tanımlaması yapar, çözüm geliştirir, yasal mevzuatın dışında ‘kendi hukukunu’ oluşturur ve uygulamaya ilişkin planlamalar yapar. Bu ise hukuk devleti karakterini ortadan kaldırır, devletin varlığını anlamsız hale getirir ve toplumsal barışı bozar. Son günlerde yaşadığımız tehdit içerikli kimi tartışmalar bunun en belirgin örneğidir.

Ne Yapmalı?

Sanırım üzerinde durulması gereken konu, “ne yapmalı?” sorusudur. Değişimin oldukça hızlı olduğu bu zaman diliminde, asıl değişim güvenlik tehditleri ile güvenlik kaygılarının birbirine karıştırılmaması ve alınacak sahici tedbirler alanında ortaya çıkıyor. Buna ilişkin kimi noktaları vurgulamak gerekirse;

1. Ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan siyasal ve toplumsal kesimleri, üretilmiş kaygılar üzerinden güvenlik riski kapsamı içinde değerlendirmek, soğuk savaş dönemi anlayışını günümüze taşımaktır. Bu anlayışın ülkemize neler yaşattığını hatırlamak için ise 80 öncesine bakmak yeterlidir. Normal koşullarda hiçbir siyasetçinin buna “evet” demesi beklenmez. Ancak dar kadrocu ve soğuk savaş dönemi anlayışını (Gladio anlayışı) sürdürme hevesindeki ‘ekipler’, üretilmiş güvenlik kaygıları üzerinden siyaseti ‘esir’ almayı iyi bilirler. Bu tuzağa düşmemek ise siyasetin sorumluluğudur.

2. Geçmişten ders almak önemli. Toplumsal gerçeklikten uzak, dar kadrocu yapıların ürettiği önermeleri ciddiye almanın ne tür sonuçlar ürettiğini, 15 Temmuz öncesinden çok iyi biliyoruz. O zaman aynı yanlışı tekrarlamamak gerekir. Her kim terör kavramını olabildiğince geniş kullanan önermelerde bulunuyorsa, ona karşı uyanık olmak gerekir. Çünkü bu tür yaklaşımların doğal sonucu ülkenin içe kapanması ve kendi vatandaşını tehdit olarak görmesidir. İçe kapanmanın ülkeyi nerelere götürdüğü ise gayet iyi biliniyor. Bunun üstesinden gelmenin yolu, toplumsal yapıyı tahkim etmektir. Yani; toplumsal yapının tüm unsurlarının eşit haklara sahip vatandaşlar olduğunu kabul etmek ve toplumu soyut, üretilmiş güvenlik kaygıları üzerinden hırpalamamaktır.

3. Üretilmiş güvenlik kaygılarını kullananların amaçları konusunda duyarlı olmak da önemlidir. Bu yaklaşımı benimseyenler bir ‘teyakkuz’ hali oluşturarak, siyasetin kendi doğal mecrasından çıkmasını sağlamak, vatandaşı olağan siyasal kriterler ve rasyonel beklentilerle değil, korku ve duygu ile manipüle etmek isterler. Bu ise yapısı gereği seçmen iradesi üzerinde vesayet kurmanın farklı bir biçimidir. Bu yönetim anlayışı, son tahlilde a-politik bir kitle yetiştirmeyi hedefler. Yani; siyasetsiz bir zemin inşa etmek ister. Siyaset kurumunun kendi varlığını tehdit olarak gören bu yaklaşıma izin vermesi kabul edilemez.

4. Siyaset ve toplum üzerinde vesayet kurmak hevesindeki çevrelerin kullandığı alanlardan birisi de, özgürlük-güvenlik denklemidir. Bu denklem, güvenliğin baskın hale geleceği şekilde dizayn edilirse kurtarıcılık hevesinde olanların ve vesayetçi odakların egemenlik alanı genişler. Bu ise siyasetin kontrol edilmesine ve işlevsiz hale gelmesine imkân verir. Oysa genel bir ilke olarak, demokrasilerde yasakların ve korkuların toplumu böleceğinin ve zayıflatacağının, hürriyet ve özgürlüğün ise toplumu bütünleştirip güçlendireceğinin bilinmesi gerekir.

5. Eski müesses nizamın ‘iç düşman’ tanımlamaları ve bunun üzerinden üretilen korku, tehdit dilinin sorunlu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Ülke ve millet için asıl tehdit ve tehlike, devleti, rejimi, ülkeyi ‘koruma’ amacıyla yapıldığı iddia edilen bu tür tasniflemelerdir. Bu dil üzerinden, ülkenin onlarca yılının ve tüm enerjisinin tüketildiğini çok iyi biliyoruz. Buna rağmen bugün, ‘iç düşman’ tanımlaması için farklı kavramların tedavüle sokulduğunu da görmemiz lazım. Tasnif eden ve öteki üreten tanımlamaların kabul edilmez olduğu açıktır. Bu tür yaklaşımlar; 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat darbecilerinin ve FETÖ tarzı yeni vesayet odaklarının dilidir. Toplumun ve siyasetin bu tür yaklaşımları mahkûm etmesi gerekir.6. Siyasal, ekonomik, toplumsal ve teknolojik gelişmelerin etkilediği en önemli alanlardan birisi de, güvenlik tedbirleri meselesidir. Çünkü tedbirler ile devletin karakteri arasında doğru bir ilişki vardır. Burada belirleyici olan ise alınan güvenlik tedbirlerinin vatandaşın hayatında oluşturduğu etkidir. Güvenlik tedbirleri vatandaşın hayatını doğrudan etkiliyorsa ve vatandaş ile temas artıyorsa sorunların çıkması kaçınılmazdır. Sorun çıktığı zaman ise devletin demokratik hukuk karakteri olumsuz etkilenir. Bu anlamda güvenlik tedbirleri yaklaşımını; müdahaleyi/teması esas alan ve gücü ön plana çıkaran güvenlik anlayışı ile ağırlıklı olarak teknolojik gelişmeleri kullanan ve caydırıcılığı sağlamak için kolluğun vatandaşla temasını azaltan ancak kolluğun görünürlüğünü artıran güvenlik anlayışı şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Modern demokratik devletler, müdahaleyi ve gücü esas alan güvenlik tedbirleri anlayışı yerine, teknolojik gelişmelerden yararlanmayı ve caydırıcılığın sağlanması için görünürlüğü sağlayan tedbirleri öncelerler.

Kısacası; her şeyi güvenlik/terör kavramıyla analiz eden, sahte güvenlik kaygıları üzerinden devleti,siyaseti ve toplumu ‘esir’ almayı amaçlayan tutum ve anlayışlar güvenliği sağlayamaz. Bilakis güvenliği tehdit eder, riski artırır ve öngörülemeyen hatalara yol açar. Çıkış; bu tutumun içerdiği komplikasyonları ortaya koymak, bu anlayışa izin vermemek, üretilmiş güvenlik kaygılarına esir olmamak ve siyasi mekanizmaları işletmektir.

ADNAN BOYNUKARA

ADNAN BOYNUKARA

Mühendis olarak farklı kurumlarda görev yaptı. 2009 yılından itibaren Adalet Bakanlığı’nda Yüksek Müşavir olarak çalışmaya başladı. 25 ve 26. dönemlerde Adıyaman milletvekili olarak TBMM’de bulundu.

Bu yazı, @PerspektifOn dan alınmıştır.