Anayasa bir toplumun/ulusun kaderi hakkında temel bir kararı ifade eder. Tüm siyasal dinamikler, aktörler, hareketler için meşru oyun kuralları demektir. Yurttaşlar için öngörülebilir bir siyasal ve hukuksal düzen, güvenlik ve özgürlük demektir. Çoğunluğun hadsizlikten kolektif delirme aşamasına geçmeyeceğinden, azınlığın da bu delirme nedeniyle zarara uğramayacağından emin olacağı bir güvence sistemi demek. Devletin uluslararası düzlemde ciddiye alınmasını sağlayabilecek kurumların varlığı ve etkinliği demek; deneyimin, liyakatin, çabanın, emeğin, zekanın, bilginin devlet kurumlarına hâkim olması, vicdan ve insancıl yaklaşım demek. Kısacası anayasa barışın koşullarını ve imkanlarını yaratan, insanın/toplumun içindeki barışçı duyguları destekleyen/besleyen bir hukuk altyapısıdır. Bu iddiasını korumak için de erkler ayrılığı, denge ve denetim ile güvence mekanizmaları demektir, ki başka türlü “emin” olunacak bir anayasal düzen kurulamaz. Liberal anayasacılığın böyle bir anlamı ve iddiası bulunmakta.
Türkiye böyle bir anayasal düzene sahip oldu mu? Olumlu cevap vermek pek mümkün değil. 1920 Meclisinin yaptığı ve birkaç gün önce 100. Yılını kutladığımız 1921 Anayasası bu ideale en fazla yaklaşan anayasa oldu. Ancak onun da ömrü birkaç yılı geçemedi. Gerisi malum, tek parti Anayasası (1924), 27 Mayıs Anayasası (1961) ve 12 Eylül Anayasası (1982), tamamı tek taraflı, yukarıdan dayatma eseri ferman anayasalar. Bir kesimin referanslarını, tutunacakları ideallerini, ilkeleri veya sembollerini anayasallaştıran, iktidarın mimarisini de buna göre kuran, anayasanın bir kesim ile duygusal aidiyet ilişkisini kurmayı yeterli gören, öteki kesimi fiziksel ve duygusal olarak dışlayan, öteki yaratan, “içerideki öteki”yi varlık sebebi haline getiren, barış gibi iddiası olmayan, olması da mümkün olmayan anayasalar… Ötekilerin aynı yöntemlerle, aynı hırs ve kaygılarla ancak farklı motiflerle iktidarı kendilerine mal etmelerine, “beriki”nin “öteki”leştirilmesine engel olacak anayasalar… Bu yönüyle öteki ile berikilerin iktidarın tanzimi konusunda uzlaştıkları, ancak sadece kime ait olacağı hususunda varoluşsal/ontolojik anlaşmazlık yaşadıkları anayasalar, aynı anayasalar, etiketi farklı olsa bile. Dolayısıyla itibari, yani şeklen anayasa, anayasacılığın anlam ve amacıyla ilişkisi olmayan, hâkim bir sınıfın, ideolojinin, grubun hakimiyetinin hukuki maskesi mahiyetinde anayasalar…
Bir tek 1921 Anayasası “öteki ve beriki”yi birlikte kapsama iddiasına sahipti. 2010 yılında gerçekleştirilen ve egemen “öteki” ve egemen “beriki” tarafından şeytanlaştırılan “yetmez ama evet” diye nam salan referandum sonrasında başlatılan yeni anayasa çalışmaları bu iddiaya imkân sağlayabilecekti. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde ilk defa (1921 Anayasasının Cumhuriyet ilan edilmeden önce yapıldığını unutmayalım) sivil ve demokratik bir Anayasa yapma iddiası elle tutulabilir bir umuda dönüşmüştü. 2011 Seçimlerine tüm siyasi partiler yeni anayasa taahhüdüyle girdiler. Seçim sonrasında da TBMM tarafından ülkenin farklı yerlerinde halkla anayasa toplantıları yapıldı. Mecliste gurubu bulunan dört siyasi partinin 3’er üye verdiği, yani eşit temsilin sağlandığı bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu oluşturuldu. Ancak CHP ve MHP katı merkeziyetçi üniterliğe ve Anayasanın ilk üç maddesine ve ideolojisine dokundurtmam dedi, AKP bunlarla sorunum yok, ama başkanlık isterim dedi. BDP’nin (HDP) ademi merkeziyetçi ve çevreci önerileri ise arada kaynadı. Siyasi partiler halkın gündemi yerine kendi mutfaklarında hazırladıkları önerileri, daha doğrusu siyasi liderliklerinin gündemini masaya taşıdılar, inatlaştılar, masa devrildi elle tutulur hayal, büyük bir hüsrana dönüştü. Esasen süre uzadıkça AKP liderliği için, vesayet sistemi büyük ölçüde tasfiye edilince, geriye kalan merkezi gücün sağladığı iktidar konforu yeterli gelmeye başladı. AKP’nin anayasa konusundaki kararlılığı kayboldu. Gezi, 17-25 Aralık olayları, 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle birlikte konfora korku eşlik etmeye başladı. Demokratikleşme gündemden düştü, korku işleyişi, aklı ve muhakemeyi esir etti. OHAL KHK’ları ile yasal düzeyde iktidar tekelleşmesi sağlandı, ancak Anayasaya aykırılık fiili duruma dönüştü. Bir süre sonra da müttefik MHP’nin “hukuki durumu fiili duruma uydurmak gerek” çıkışıyla 2017’de başkanlık sistemine giden Anayasa değişiklikleri gerçekleştirildi. Elbette ittifak milletvekillerinin dahi bilgisi dışında, onların katılımı olmaksızın, Anayasanın zorunlu kıldığı gizli oy ilkesine meydan okurcasına, milletvekillerinin özgür iradesi baskı altına alınarak, kamuoyunda tartışma imkânı sağlamaksızın ve değişiklik aleyhine demokratik hakların kullanılması imkanları ortadan kaldırılarak, medyada ağırlıklı olarak lehte propagandaya izin verilerek…
Akademi tarafından bu anayasa değişikliğinin tehlikeli ve antidemokratik olduğu, ülkeyi diktatörlüğe sürükleyeceği uyarıları yapıldı. Türkiye’nin kurucusu ve paydaşı olduğu Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu ise şu tespiti yaptı. Komisyon “teklif edilen anayasa değişikliklerinin özünde, Türkiye’nin anayasal demokrasi geleneğinde geriye atılacak tehlikeli bir adım olduğu görüşündedir. Venedik Komisyonu, teklif edilen sistemin bozularak dikta rejimine ve kişisel bir rejime dönüşme tehlikesinin altını çizmek istemektedir. Ayriyeten zamanlama da son derece talihsiz olup başlı başına bir endişe sebebidir: mevcut olağanüstü hâl, anayasa referandumuna layık demokratik bir ortam temin etmemektedir” (S133). Anayasa değişikliği böyle bir ortamda (OHAL) referandum ile kabul edildi. Ertesi gün HSK yapısı değiştirilerek AKP-MHP kontrolü sağlanacak hale getirildi. Öncesinde de Yargıtay ve Danıştay’ın üye profili bir gecede değiştirilmişti. Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri (CBK) ile yürütme sistemi yeni baştan, değişikliklerin amacına uygun olarak tek kişiyi tüm idari, siyasi, ekonomik ve adli kararlarda yetkili ve etkili kılacak hale getirdi. İktidar temerküzü Anayasanın değişmeyen maddelerindeki güvenceleri de fiilen etkisiz kıldı. Anayasa Mahkemesinin özgürlükçü kararları politik cenahtan adliyelere ulaşan doğrudan veya dolaylı sinyallere göre etkisizleştirildi. İktidarın tercihlerine uygun şekilde hukuka aykırı kararlara imza atan yargıçlar/savcılar hızla yüksek mahkeme üyelikleriyle ödüllendirildiler. Bu bağlamda anılmayı hak eden sayısız örnek sıralamak mümkün.
Dolayısıyla Venedik Komisyonunun “tehlike” olarak nitelendirdiği durumun gerçekleştiğini kabul edebiliriz. Uluslararası kuruluşlar artık Türkiye’yi “özgür olmayan” veya “demokratik olmayan” ülke statüsünde gördüler. Yanlış da değil. Türkiye’de artık güç temerküzü ve devlet kurumlarının eşgüdümü (Gleichschaltung) hemen hemen tamamlanmıştır.
Bu gerçeğe rağmen, Boğaziçi Üniversitesi eylemleri gündemi meşgul ederken, Erdoğan aniden “esasen sorunların kaynağının 1960’tan beri hep darbeciler tarafından yapılan anayasalar olduğu açıktır. Ne kadar değiştirirsek değiştirelim bu vesayet izini silmek mümkün olmuyor… önümüzdeki dönemde yeni anayasa için harekete geçebiliriz” ifadeleriyle yeni bir tartışma başlattı. İfadelerdeki kilit kavramın Anayasa değişikliği değil, “yeni anayasa” olduğunu not edelim.
İpucu ifadenin bizzat içinde görünüyor: “Ne kadar değiştirirsek değiştirelim bu vesayet izini silmek mümkün olmuyor?” Kendi çıkarlarına göre değiştirip, eksik ve kör topal işleyen demokratik kurumları büyük ölçüde tasfiye ettiklerine göre vesayetin geriye kalan izi ne olabilir? Buna önce sembolik yönden yaklaşabiliriz. Vesayetin ideolojisi “Kemalizm” Anayasanın başlangıç kısmından başlayarak Cumhuriyetin temel niteliklerine ilişkin 2. Maddesi ve diğer pek çok maddesinde duruyor. Kastettikleri bu olamaz herhalde. Zira bu konuda parlamento içi ve dışı müttefiklerinden destek bulmaları çok güç. Vesayetin diğer izi, merkeziyetçilik ve üniter yapıdır. Ancak “yeni anayasa”dan Türkiye’yi ademi merkezi bir hale getirme arzusunu AKP önderliği ve bileşenleri bakımından okumaya çalışmak oldukça fantastik olur.
O halde vesayetin iziyle kastedilen nedir? Bunun cevabını vermek için önerim, iktidar cenahının son dönemde kamuoyuna yansıyan şikayetlerine bakmaktır. Cumhurbaşkanı, Bakanları, Başdanışmanları (yani Saray) ve son AYM’ye had bildirme hamlesine bakılırsa, Meclis Başkanı da Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarından oldukça rahatsızlık duymaktalar. Bu kararları tanımadıklarını ve saygı duymadıklarını defalarca dile getirdiler. Tepkilerine göre AYM Başkanı FETÖ’cü olabildi, AİHM de emperyalist dış güçlerin öncü kuvveti haline geliverdi. Anlaşılabilir, zira AYM Can Dündar, Barış Akademisyenleri, Ayşe Öğretmen, Enis Berberoğlu kararlarına imza atmıştı. Son Berberoğlu kararında AYM adeta yürütmenin ve bileşenlerinin meşruiyetini kaybettiğini belgeliyordu. AİHM daha da ileri giderek, Türkiye Hükümetinin elindeki yürütme ve yargı gücünü gayrimeşru amaçlar için kullandığını Demirtaş ve Kavala kararında belgelemiş etmiş oldu. Bu da uluslararası hukuk yönünden meşruiyet yitimi anlamına geliyordu.
Diğer bir şikâyet konusunun yerel yönetimler olduğunu düşünüyorum. 2019 İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerine yönelik hukuka aykırı müdahaleleri, buna rağmen seçimi kaybetmeleri ve çok sayıda büyük şehirlerdeki rant ve denetim imkanından mahrum kalmalarının canlarını esaslı bir şekilde acıttığı çok açık. Bunun için yasa değişikliği hazırlıkları olduğu bilinmekte. Ancak bu değişikliklerin Anayasa Mahkemesinde iptal edilebilme ihtimali yok değil. Zira Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin alanını daraltan içtihadı bir uyarı olarak görülebilir.
Aklıma gelen üçüncü şikâyet konusu ise, bizatihi toplumun bir kesimine ve onun temsilcilerine yönelik. AKP’nin diktatörlüğe evirilmesini hazmedemeyen eski yoldaşlarının kurdukları siyasi partilerin esaslı bir riske yol açtığı bilinmekte. Muhalefet partileri gittikçe güçlenmekte, çok daha ötesi, Boğaziçi eylemlerinin de gösterdiği üzere İktidar bloku entelektüel, eğitimli orta sınıf ile gençliği kontrol edemediğini görmektedir. Bunun varoluş krizini tetiklediğini kabul edebiliriz.
Bu şikayetler üzerinden Anayasadaki vesayet izleriyle kastettiklerinin hukuk devletinin minimum standardı, demokratik siyasetin asgari koşullarından muhalefet hakkı ile yerel yönetimlerin sahip olduğu minimum yetkiler olduğunu söyleyebiliriz. Yani vesayetle kastedilen aslında 2017 Anayasa değişikliğiyle diktaya doğru evirilirken (Venedik Komisyonunun tanımlaması) o dönem bütünüyle ortadan kaldırmadıkları hukuki ve siyasi denetim imkanları ile, toplumdaki çoğulculuktur.
Eğer böyle ise Yeni Anayasanın ana hatlarını şöyle sıralayabiliriz:
- 2017 Anayasa değişikliğiyle getirilen sistemin güç temerküzünü engelleyecek tüm unsurlarının temizlenmesi ve iktidarın tek elde temerküzünün mutlaklaştırılması.
- Anayasa Mahkemesinin yetkilerinin daraltılması, güvencelerinin zayıflatılması, kararlarının bağlayıcılığının ortadan kaldırılması, belki kararlarının parlamentonun belirli bir çoğunluğunun oyuyla veya doğrudan Cumhurbaşkanının tasarrufuyla geçersiz kılınması, belki AYM üyelerinin Meclis kararıyla çekilmeye davet edilmeleri, kimi durumda üyeliklerine son verilmesi
- AİHM kararlarının bağlayıcılığını sağlayan kuralların, örneğin Anayasanın 90. Maddesinin son fıkrasının kaldırılması (veya yeni anayasada böyle bir düzenlemeye yer verilmemesi), belki AİHM bağlayıcı yargısal yetkisinin tanınmaması, belki de Avrupa Konseyi’nden çıkılması (Anayasa değişikliği gerektirmiyor, düşük ihtimal, ancak ihlal kararları uygulanmadıkça Konseyin çıkarma veya askıya alma hamlesinden önce adım atılabilirler, “biz zaten çıkacaktık” retoriği)
- Yerel yönetimlerin yetkilerinin daha da daraltılması, belki de seçimle işbaşına gelme yolunun tümden ortadan kaldırılması
- Siyasal muhalefeti daha da etkisizleştirecek hükümler getirilmesi
- Toplumsal muhalefeti sindirmek için Anayasanın temel hak ve özgürlüklere ilişkin temel güvencelerinin zayıflatılması, “ahlak, töre, milli ve manevi değerler” şerhine tabi tutulması veya bu özgürlük güvencelerin bağlayıcı hukuksal niteliklerinin tümden ortadan kaldırılması, bunların tamamını devletin inayet ve lütfuna bağlı program ifadelere indirgenmesi…
Çok daha fazla şikâyet ve buna bağlı değişiklik önerilerinden söz edilebilir belki, ancak bu sayılanlar da yeni anayasadan kastedilenler bakımından yeterli ölçüde fikir verebilir: İran ve Çin anayasalarına benzer, dinselliğe ve milliğe dayanan totaliter bir dikta rejimi!
Başkanın iki defadan daha fazla seçilemeyecek olması ve seçilmek için %50+1’e ihtiyaç duyulması veya yüce divana sevk için 2/3’ün yetersiz görülmesini de bu değişiklikler içine serpiştirmek mümkün.
Başka bir ihtimal daha var mı?
Zayıf ama yok değil: Tam aksine parlamenter rejime geçmek, ama nasıl?
Erdoğan için şahsının ve ailesinin güvenliği en büyük öncelik. MHP’nin devlet kurumlarında, özellikle içişlerinde, orduda ve yargıda elde ettiği pozisyonu güçlendirmesi dışında güçlü ve reel bir motifinin bulunduğunu söylemek mümkün görünmüyor, bölünmez bütünlük retoriğinin önemli olduğu ve devlette ulaştığı pozisyonunu bu retorikle, buna isterseniz korkuyla diyelim, gerekçelendirdiği açık. Yine MHP’nin fiili durum-hukuki durum dikotomisi üzerinden iktidar temerküzüne verdiği desteğin “bölünmez bütünlük”, daha doğrusu Kürt meselesi ile ilgili olduğunu not edelim. Bu notlara, anayasa değişikliğinin ancak millet ittifakından bir iki partinin desteğiyle mümkün olduğunu da ekleyip altını kalınca çizelim.
Yukarıdaki şikayetleri giderecek ve bu şikayetleri giderecek bir anayasal çerçeveyi sağlayacak, ancak hükümet sistemi yönünden de parlamenter sistemi getirecek bir anayasa operasyonu olabilir mi? Mümkün! “Milli ve manevi değerler” eksende yer alıp, “bölünmez bütünlük” retoriğini bağlantı noktası veya meşruiyet çapası olarak kullanmak suretiyle millet ittifakı bileşenlerinden bir veya birkaçını “sabrı sınanmaması gereken devlet” safına çekebilme imkânı bütünüyle yok değil. Tabi bu imkân, söz konusu bileşenlerin “demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü” dediğimiz liberal anayasacılığının temel direklerini “bölünmez bütünlük” retoriğine feda etme istidadıyla doğru orantılı.
Olursa ne olur?
İktidar bloğu istediğini alır. İktidar temerküzü mutlaklaşır, yerel yönetimler solcu ve bölücü unsurların (!) denetiminden kurtarılmış olur, toplumu milli ve manevi değerlere göre terbiye etmenin imkânı yaratılmış olur, “vesayetin izleri (!)” silinmiş olur. Milli egemenlik sınırsız hale getirilmiş, emperyalist ülkelerin vesayeti kaldırılmış olur. Erdoğan tekrar seçilme engeliyle karşılaşmadan başbakan olarak çok daha az çoğunluklarla (ve tabi değişik baraj ve seçim kurnazlıklarıyla) ömrünün sonuna kadar iktidarda kalmaya devam eder, kendisini ve ailesini korumuş olur. Hem AKP hem MHP hem de diğer küçük ortaklar hem kurumsal hem de sembolik amaçlarına ulaşmış olur.
Millet ittifakından transfer olanlar da kendilerince kazançlı çıkmış olabilir: Millete söz verdikleri parlamenter sistemi geri getirmiş, dediğini iktidara yaptırmış, iktidarı dize getirmiş (!), Kürt meselesi nedeniyle duydukları endişelerini gidermiş olurlar. Milli ve manevi değerlerle zaten hiç sorunları olmamıştır. Ayrıca bu desteklerinin karşılığı olarak devletin kurumsal ve finansal imkanlarının üleşilmesinde paydaş olacaklarını da tahmin edebiliriz.
Böyle bir plan bütünüyle imkânsız mı? Ermenistan’da gerçekleştirildi. Sonuç arzulanan şekilde mi gerçekleşti, planı yapanlar iktidarlarını koruyabildi mi? Bunun için Ermenistan’ın son birkaç yılına bakmalarında fayda var.
Bu plana göre Kürtler, sol, sosyal demokrat ve liberal güçler ile milliyetçi-muhafazakârlar arasında %30-70’lik bir denge ortaya çıkar. Bu denge korunduğu sürece, ki devlet iktidarının temerküzü ve toplumu te’dip araçlarının anayasaya entegre edilmesinin en önemli fonksiyonu bu olur, sonsuza kadar mutlu ve mes’ud bir şekilde muktedir olurlar.
Plan yapmak kolay, ancak toplumsallığın yasaları biraz farklı bir şekilde işlemektedir ve iyi ki de öyle. Hayaller, ağır dramlara ve trajedilere dönüşebilir.
Prof. Dr. Osman Can – Euronews için yazdı
1992’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olan Prof. Dr. Osman Can, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri vermekte ve bilimsel çalışmalarına devam etmektedir.