22 Kasım 2024 Cuma
“İltisaklı” insanlar ülkesi – Faruk Bildirici yazdı

“İltisaklı” insanlar ülkesi – Faruk Bildirici yazdı

Türkiye nasıl bir ülkeyse terör örgütleriyle “iltisaklı” insanlar, hele de üniversite öğrencileri ve öğretim üyeleri ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyorlar! Boğaziçi Üniversitesi’ne dışardan rektör atanmasına tepki göstermeseler devletin polisi yine de müdahale etmeyecek “terör örgütü iltisaklı” şahıslara.

    Ne zaman ki, Prof.Dr. Melih Bulu’nun rektörlüğüne karşı eylemler düzenleyip günlerce eyleme devam ediyorlar; o zaman “terör örgütü iltisaklı” ilan ediliyorlar, devletin polisi ancak o zaman peşlerine düşüyor…

     Boğaziçi’nde yaşanan tablo bu. Boğaziçi’nde eylem yapan öğrencileri “terör örgütleriyle iltisaklı” olarak ilk ilan eden Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dı. 9 Ocak’ta katıldığı bir törende “Terör örgütü iltisaklı kişilerin en ön safta yer aldığı bu tür eylemlerin demokrasiyle hak arayışıyla fikir ve ifade özgürlüğüyle uzaktan yakından ilgisi yoktur” dedi.

     Halbuki Prof. Dr. Bulu’yu 2 Ocak’ta atamıştı rektörlüğe, o günden itibaren de eylemler devam ediyordu.  Prof.Dr. Bulu, protestonun öğrencilerin demokratik hakkı olduğunu söylemişti; polisin üniversitenin kapısına kelepçe takmasına ve kampüsün etrafına karakol kurmasına rağmen eylemlerine müdahale edilmiyordu. Erdoğan’ın “iltisaklı” ilan etmesiyle birlikte hava döndü; polis sertleşmeye ve ev baskınlarına başladı, gerginlik tırmandırıldı.

     “İltisaklı” olmanın sınırları belirsiz

     Bu “iltisaklı” meselesi üzerinde durmak gerek. Zira önümüzdeki yıllarda karşımıza sürekli çıkacak, iktidar çevreleri tarafından her vakada kullanılacak gibi görünüyor.

     Aslında son yıllara kadar “terör örgütü üyesi” ya da “terör örgütü yöneticisi” suçlarını biliyorduk; 2012’den beri bir de “terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüte yardım ve yataklık etmek” gibi her kalıba sokulabilecek, herkese yüklenebilecek bir suç icat edilmişti.

    “İltisaklı olmak”, AKP iktidarının icat ettiği bir “suç” çeşidi. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL KHK’leri ile girdi yaşamımıza. Önce KHK’lerde kullanıldı bu “suç”, sonra da yasalara sokuldu.

     “Terör örgütleriyle iltisaklı olanlar”ın noter olamayacağı hükmü Noterlik Yasası’na 2016 yılında eklendi. “Terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanlar”ın terörden zarar gören kişiler arasında yer alamayacağı ve bu nedenle kamu görevinden çıkarılanların silah ruhsatlarının iptal edileceği hükümleri 2017 yılında Terörle Mücadele Yasası’na konuldu.

     Her ne kadar “iltisaklı” diye binlerce insan KHK’lerle memurluktan, üniversitelerden atıldıysa da halen Türk Ceza Yasası’nda böyle bir “suç” yok. Hiçbir kişi “iltisaklı” diye cezalandırılmıyor.

     “İltisaklı olmak” belirsiz, muğlak bir kavram. Terör örgütleriyle bağlantılı, ilişkili olma durumu kastediliyor. Ama sözü edilen bağlantının yani “iltisaklı olmanın” sınırları da çizilmemiş durumda, insanların hangi durumda iltisaklı kabul edileceği de…

    Öyle olduğu içindir ki, siyasi iktidar için çok kullanışlı bir suçlama çeşidi bu “terör örgütleriyle iltisaklı” olma meselesi.  İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Nedim Şener’e verdiği demeçte, “polisin hakkında bir kere işlem yaptığı” ve “bu örgütlerin etkinliklerine katılan” kişileri “terör örgütleriyle iltisaklı” kabul ettiğini söyledi. Bununla da kalmadı, bir adım ileri giderek “iltisaklı” dediği bu kişileri “terörist” ilan ettiğini de ifade etti.

     Soylu’nun bu açıklaması bile “iltisaklı” suçlamasının ne kadar keyfi ve hukuk dışı olduğunu kanıtlıyor.  Cumhurbaşkanı Erdoğan da Soylu’nun yolundan giderek, önce “iltisaklı” dediği Boğaziçi öğrencilerini son konuşmasında “terörist” ilan etti.

    Boğaziçi’nde eylem yapan bütün gençlere “terörist” demek de “iltisaklı” diye damgalamak kadar hukuksuz. Bunun kanıtı da polisin bugüne değin bu eylemlerde gözaltına alınan 528 kişiden sadece 2’sinin tutuklanması, 108’i adli kontrolle olmak üzere 498 kişinin serbest bırakılması. “Terörist” ve “terör örgütü iltisaklı” diye damgalandıklarıyla kaldı bu gençler.

    Gazeteci aynen aktarmakla yükümlü olamaz

   Durum böyle olunca, gazetecilik açısından bir sorun ortaya çıkıyor. Erdoğan ve Soylu ile emniyet ve valiliklerin açıklamalarında kullandıkları hukuki dayanağı olmayan “terörist” ve “terör örgütü iltisaklı” suçlamalarına medya olduğu gibi yer vermek zorunda mı?

    Öyle ya, Erdoğan ve Soylu’nun açıklamaları yaygın medyada olduğu gibi kullanıldı. Sabah, Hürriyet, Yeni Şafak, Akşam ve Türkiye gibi gazetelerde Bakan Soylu’nun “Gözaltına alınanların 79’u DHKP-C ve TKP/ML dahil terör örgütü üyesi” sözleri geniş yer buldu. Televizyonlardaki tartışma programlarında Boğaziçi Üniversitesi’ndeki eylemler bu açıklamalara dayanarak değerlendirildi; gazeteler ve internet sitelerindeki yazılarda gençler, “terörist” ve “iltisaklı” diye damgalandı.

     Ne yazık ki, kimi gazeteciler kendilerini savcı ya da yargıç yerine koydular. Bu gençlerin terörist olup olmadığına sadece ve sadece mahkemelerin karar verebileceğini de görmezden geldiler. Açıklamaları aynen aktararak, üstüne üstlük bir de savunarak okurlarını, izleyicilerini yanılttılar.

      Gazeteci, politikacıların her söylediğini aynen aktarmakla yükümlü değildir. Eğer söylenenlerde bir yanlış varsa düzeltmek, en azından karşı görüşü de belirtmek evrensel gazetecilik ilkesidir.

    Valilik ve rektör, Erdoğan ve Soylu’yu doğrulamadı

     Yaygın medya aynen aktardı ama Erdoğan ve Soylu’nun Boğaziçi’ndeki eylemlerle ilgili söyledikleri de gerçeği yansıtmıyordu.

     İçişleri Bakanı Soylu, 2 Şubat’ta “Orada gidecek üniversite rektörünün odasını işgal edecek. Buna asla müsaade etmem” iddiasını ortaya attı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 3 Şubat’taki konuşmasında “Siz öğrenci misiniz, yoksa rektörün odasını basmaya kalkışan, orayı işgale kalkışan terörist misiniz” diyerek bu iddiayı tekrarladı.

     Fakat rektörün odasının basılması ve işgal edilmesi gibi bir olay yoktu. İstanbul Valiliği’nin, 1 Şubat’ta yaptığı açıklamada, “Rektörlük binasını ablukaya alan göstericilerin, emniyet müdahalesiyle dağılmaları sağlanmıştır” deniliyordu. Prof.Dr. Melih Bulu da “Bazıları protesto hakkını çok ileriye götürdü. Rektörlük binasının üç kapısı da ablukaya alınarak içeride çalışanların dışarı çıkmaları engellendi” dedi.

    Görüldüğü gibi, İstanbul Valiliği ile Prof.Dr.Bulu’nun açıklamalarında “rektör odasının işgali”nden söz edilmiyor. Sadece rektörlük binasının ablukaya alınmasından bahsediliyor. Abluka da gerçekten var mıydı, orası ayrı bir araştırma konusu ama makam odasını işgal ile binayı ablukaya almak arasında ciddi bir fark olduğu açık.

     Erdoğan ve Soylu’nun rektörün odasının işgal edilmeye kalkışıldığı yolundaki sözlerinin bizzat İstanbul Valiliği ve Prof.Dr. Bulu tarafından dolaylı biçimde yalanlanması yaygın medyada kendine yer bulamadı.

     Sanki böyle bir makam odasını işgal girişimi varmış gibi yazılmaya, konuşulmaya devam edildi.

    “Aşağı bak”ı yalanlayan polis “Terbiyesiz” demiş

    Gazetecinin görevi, her söyleneni araştırmak ve doğruluğunu kontrol ederek yayımlamaktır. Ancak yaygın medya, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki eylemlerle ilgili haberlerde bu görevini hakkıyla yerine getirmiyor.

    Gazetecilikte boşluk doğunca doğal olarak başka platformlar devreye giriyor. Polisin, Etiler’de yürüyen öğrencilere “Aşağı bak” sözleri sosyal medyada yüzbinlerce kez paylaşılan “Aşağı bakmayacağız” kampanyasına neden olmuştu. Emniyet Genel Müdürlüğü bu iddiayı bir videoyla yalanlayarak, polisin o sırada “İn aşağı, in aşağı. Aşağıdan” diyerek aşağıdaki yoldan yürümelerini söylediğini savundu. Emniyet’in bu yalanlaması Hürriyet, Milliyet, Sabah ve Yeni Şafak gibi medya kuruluşlarında yayımlandı.

    Emniyet’in açıklaması mı doğruydu, yoksa öğrencilerin iddiası mı? Gazetecilerin yapmadığı araştırmayı, Teyit platformu yaptı. Nispetiye Caddesi 92 numara önünde çekilmiş görüntüleri tarayarak, polisin bu sözleri söylediği öne sürülen ve o gün gözaltına alınan B.T. adlı gence ulaşıp konuştu:

       “Polis bizi ablukaya aldı ve valilik izni olmadığı gerekçesiyle, toplu yürüyemeyeceğimizi söyledi. Bana karşıdan gelerek önce ‘aşağıdan’ dedi. Göz göze geldiğimizde ise ‘aşağıya bak’ dedi ve iteklemeye başladı. Sonra gözaltına alındım.”

     Tabii ki, B.T.’nin sözlerinin doğru olduğunun da kanıtı yok. O nedenle Teyit’in yazısında şu değerlendirme yapılıyor:

     “İki senaryo da eşit derecede olası gözüküyor. Polisin asıl amacı kalabalığı dağıtmak olduğundan ‘aşağıdan’ demesi ne kadar olası ise, göz göze geldiği bir öğrenciye ‘aşağı bak’ demesi de o kadar olası. Çünkü memur hemen öncesinde yürüyen öğrencilere ‘terbiyesizler’ diye sesleniyor ve sonrasında da B.T.’yi itekliyor.”

    Polisin o gün öğrencilere “terbiyesizler” dediğine dikkat çekilmiş olması yaşananları aydınlatması bakımından değerli. Böyle bir söz söylendiği de medyadaki haberlerde yoktu. Eylemci gençlere “terbiyesiz” diye hakaret eden ve aşırı şiddet kullanan polisin, bir yandan da “Aşağı bak’ denilmedi” diye bir çaba içine girmesi anlamsız.

   Kâbe resmi yerde miydi?

   Boğaziçi’ndeki eylemlerde gerginliği tırmandıran olaylardan biri Kâbe resminin yere serildiği iddiasıydı. İktidar partisinin sözcüleri kınayan açıklamalar yaptılar; Türkiye Gençlik Vakfı üyeleri, Ayasofya önünde protesto gösterisi düzenledi.

     İlk tepki açıklamalarında Kâbe resminin yere serildiği öne sürülüyordu. Daha sonra “Kâbe’nin üzerine şahmeran figürü işlenmiş ve yanına LGBTİ bayrağı konulmuş” denilmeye başlandı.

   Gerçekten de servis edilen görüntülerde Kâbe resmi yerdeydi ama yerde başka resim de vardı; görüntüler serginin hazırlıkları sırasında çekilmiş gibiydi. Kâbe resminin daha sonra yerden kaldırılıp sergideki diğer resimler arasına alınmış olması büyük olasılık.

     Gerginliği tırmandıran, tepkileri zirveye çıkaran ve seçimsiz rektör atanmasına yönelik eylemleri, “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılayan” grupların organize ettiği propagandasının yayılmasına neden olan “Kâbe resmi” meselesini de araştırmadı yaygın medya. Gençlerin resmin içeriği ile ilgili açıklamalarına yer vermedi…

    Medya, İçişleri Bakanı Soylu ve İstanbul Valiliği’nin Boğaziçi Üniversitesi’ndeki LGBTİ bireylere yönelik “sapkın” sözlerini aynen yayımlayarak da ayrımcılığa ortak oldu.

     İnanın, gazetecilikte boşluk olmasa gazeteciler görevlerini tam ve düzgün yapsalar politikacılar bu kadar ölçüsüz, kanıtsız, desteksiz konuşamaz.