22 Kasım 2024 Cuma
Doğu Akdeniz’de karşılıklı suçlamaların sonu yok – Stelyo Berberakis yazdı

Doğu Akdeniz’de karşılıklı suçlamaların sonu yok – Stelyo Berberakis yazdı

Türkiye, ‘adaların kıta sahanlıkları; dolayısıyla Münhasır Ekonomi Bölge (MEB) alanları hakkına sahip olmadığında’ ısrar ederken; Yunanistan ‘her bir adanın kendi kıta sahanlıkları; dolayısıyla MEB alanları hakkına sahip olduğunda’ ısrar ediyor.

Atina’dan gazeteci Stelyo Berberakis, ‘Diken’e yazdığı yazıda, Doğu Akdeniz’deki gelişmeleri ve karşılıklı suçlamaları yazdı. Berberakis’in yazısı şöyle:

“Ateşle oynuyorlar..!”

“Oldu bittilere izin vermeyeceğiz..!”

“Hukuk bizden yana…!”

“…bizim için yok hükmündedir..!”

“Egemenlik haklarımızı sonuna kadar korumaya kararlıyız..!”

“Kırmızı çizgilerimiz var..!”

Bu ve bu gibi ifadeler hem Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın birbirlerine karşı kullandığı ortak bir dil…

Türk ve Yunan basınını TV kanallarındaki haber ve siyaset sohbetlerini günü gününe izleyen bir gazeteci olarak, son günlerde suları ısınan Doğu Akdeniz’deki gelişmelerde her iki tarafın hemen hemen aynı argümanlarla birbirlerini suçlamasına tanık oluyorum.

Türkiye, ‘adaların kıta sahanlıkları; dolayısıyla Münhasır Ekonomi Bölge (MEB) alanları hakkına sahip olmadığında’ ısrar ederken; Yunanistan ‘her bir adanın kendi kıta sahanlıkları, dolayısıyla MEB alanları hakkına  sahip olduğunda’ ısrar ediyor.

İşin garip tarafı, Türkiye de Yunanistan da bu tezlerini ‘uluslararası hukukuna ve deniz hukuku kurallarına’ dayandırmaları…

Ancak bu nasıl bir uluslararası hukuk ve deniz hukuku kurallarıdır ki, her bir taraf kendisini haklı çıkarıyor?

Taraflar madem bu konuda taban tabana zıt tezlerinde ısrar ediyor ve kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyorsa, o zaman niçin kendilerince haklı oldukları bölgelere donanma göndermek yerine bu gibi ihtilaflı hukuk işlerine bakan  uluslararası Lahey Adalet Divanı’na başvurmazlar?

Başvurmaktan çekinmeleri acaba, Lahey Mahkemesi’nin çıkaracağı bağlayıcı kararları, savundukları tezlerin gerisinde olursa, kendi kamu oylarına nasıl anlatacaklarını bilemediklerinden mi? Yoksa başka bir bildikleri mi var?

Bu soru her iki tarafta yaşayan ve ‘sulh’ isteyen halkın kafasındaki en büyük soru işareti.

İşin başka ilginç bir tarafı, Türkiye ve Yunanistan’ın kendilerince Doğu Akdeniz’de gördükleri (Türkiye-Libya, Yunanistan-Mısır anlaşmaları dışında) MEB alanlarını resmen ilan etmiş olmamaları.

Sadece kendilerine göre görüp çizdikleri zahiri MEB alanlarında hak talep eden ülkeler konumundalar.

Adaların hakları?

İnternette her an yapılabilecek basit bir araştırma, aslında adaların kıta sahanlıkları ve MEB alanları hakkına sahip olup olmadıklarına çeşitli kanaatler getiren uluslararası mahkemelerin zaman zaman verdiği kararlarla bakmak yeterli..

Çeşitli medeni ülkelerin hemen hemen aynı konuda başvurdukları uluslararası mahkemeler, kimi zaman adalara kıta sahanlıkları ve MEB alanlarına ‘tam yetki alanı’ hakkına sahip olduklarına, kimi zaman ‘kısmi yetki alanı’ hakkına, kimi zaman da bu hakka hiç sahip olmadıklarına kanaat getirmiş.

Taraf olan ülkeler de mahkemelerin o kararlarına saygı göstermiş.

Ancak mahkeme kararlarına bakıldığında adaların kıta sahanlıkları ‘vardır’ ya da ‘yoktur’ diye özel bir kural üzerinden yürünmediği görülüyor.

Mahkemelerde alınan kararlarda adaların büyüklüğü, üzerinde yaşayanların olup olmadığı, ana karaya yakınlığı, uzaklığı, karşı kıyı ile arasındaki mesafeler göz önünde bulunduruluyor.

Ege ve Doğu Akdeniz’deki adalar karmaşına emsal teşkil edilebilecek bir çok davada örneğin, Yunanistan’ın güneyindeki Girit gibi bir milyon nüfuslu ada ile Kaş’ın karşısındaki 490 hanelik küçük bir ada için aynı yetki alanlarının verilemeyeceği açıkça görülüyor.

1982 Montego Bay Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin ‘muğlak’ denilebilecek bir maddesine göre -serbest çevirisiyle-  sadece “..üzerinde yaşam sürdürülen adaların, büyüklüğüne göre MEB alanı hakkına sahip olabilecekleri, ancak üzerinde yaşam olmayan adacık ve kayalıkların MEB hakkı olmadığı” belirtiliyor.

Türkiye ve Yunanistan’daki siyasetçiler, uzmanlar, emekli asker ve diplomatlar ve araştırma yapmaya üşenen gazeteciler ise, bu gibi mahkemelerde görülen davalarda sadece kendi savundukları (yani, adaların MEB alanları vardır, yoktur gibi) tezlerine uygun olan kararları ön plana çıkartmaya ve ‘karşı tarafın ne denli haksız olduğunu’ kanıtlamaya özen gösteriyor.

Oysa bu ‘mücadelede’ her iki ülkenin öne sürdüğü tezlerinde haklı oldukları tarafları olduğu gibi haksız olan tarafları da var.

‘Yok hükmündedir!’ yarışı

Türkiye’nin geçtiğimiz kasım ayında Libya’yla imzaladığı deniz yetki alanlarını belirleyen mutabakatın Yunanistan tarafından ‘yok hükmünde’ sayılması, bu mutabakatın Girit, Rodos ve Kerpe gibi yerleşik adaların farazi MEB alanları ve kıta sahanlıklarının bütünüyle göz ardı edilmesinden kaynaklanıyor.

Türkiye ise bu Libya mutabakatıyla, besbelli, diğer çıkarlarının yanısıra, Yunanistan’ın Kıbrıs, Mısır ve İsrail ile kurduğu ittifaklarında komşusu Türkiye’yi bütünüyle göz ardı etmesine karşı tepkisini göstermiş oldu.

Yunanistan’ın, ‘hukuken yok’ saydığı Türkiye-Libya mutabakatını ‘delmek’ ve Türkiye ile başlatılacağı açıklanan müzakere masasına ‘elini güçlendirmek’ amacıyla bu kez –kısmen de olsa– Mısır ile arasında imzaladığı deniz yetki alanları mutabakatına karşı bu kez Türkiye’den ‘yok hükmündedir’ açıklaması geldi.

İki ülke arasında süregelen bu kısır döngünün sonu ne olur bilinmez.

Ancak tarafların ‘birbirine ateş açmak istemediğini’ açıklamaları, gereksiz bir savaşı başlatma olasılığını –şimdilik– uzaklaştırıyor.

“Biz diyalog istiyoruz, karşı taraf istemiyor” gibi karşılıklı olarak yapılan açıklamalar, halkların kafasını iyice karıştırıyor.

Şu anda süregelen krizin atlatılması için taraflar acaba yine yabancı devletlerin devreye girmesini mi bekler? Yoksa kendi aralarında bir çözüm formülü mü bulmaya çalışır?

Her iki tarafta da Türkiye ile Yunanistan’ın birbirini ‘yok saymaktan’ ve vazgeçmeleri ve medeni ülkeler gibi bir masaya oturup görüşmeleri gerektiğine inanan aklı selimler de yok değil.

Halkların savaş istemedikleri malum ise yöneticilerin, gazetecilerin, uzmanların, emekli subay ve diplomatların da kendi halklarının bu arzusuna kulak vermeleri ‘her şeyde yüzde yüz haklı olunamayacağı ve karşı tarafın da haklı olduğu tarafları olduğunu‘ söyleme cesaretini göstermeleri gerekmez mi?