Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici, 140 Journo’nun çok konuşulan ‘Ali Babacan’ belgeselini masaya yatırdı. Yapılan bu çalışmanın bir PR çalışması mı, yoksa gazetecilik mi olduğunu sorguladı.
İşte yazısı:
140Journos, “ana akım medyanın yarattığı ekonomik modelin gazetecilik sorumluluklarını yerine getirmesine müsaade etmediğini fark eden” ve geleneksel medyadaki habercilik anlayışından rahatsızlık duyan bir grup gencin 2012’de oluşturduğu bir girişim.
“Cebinde tek kuruş sermayesi olmayan bir grubun toplumu anlama çabası” ya da “32. Gün ve Siyaset Meydanı izleyerek büyümüş çocukların yaşadıklarımıza dair arayışı” olarak tanımlıyorlar bu girişimin nedenini.
Önceleri “vatandaş haberciliği” formatıyla sosyal medya ve dijital mecralarda var olmaya çalışan bu girişim son üç yıldır kendi içinde bir dönüşüm geçirmiş; “Yeni medya yayıncılığı” adını verdikleri “gazeteciliği yaratıcı disiplinlerin tecrübesiyle bir araya getirmeyi amaçladığı bir başka içerik modeli”ne geçmiş. “Video-art ve yaratıcı belgesel formatları” ile yaşamın farklı alanlarından konuları “internet izleyicileri için seyir değeri yüksek bir görsel içeriğe dönüştürmeyi” hedefliyorlar.
Son zamanlarda politikacılar da ilgi alanlarında. Hasan Mezarcı, Mehmet Maçoğlu, Ekrem İmamoğlu ve son olarak da Ali Babacan’ın belgesellerini hazırladılar. Hayli ilgi de görüyor “Sinematografik hikâye anlatıcılığı” ve estetik kaygıların da öne çıktığı siyasi aktörlerle ilgili bu belgeseller. İmamoğlu’nu ve seçim sürecini anlatan “Kesinlikle bir şeyler oldu” belgeseli 1,5 milyon, Babacan hakkındaki “Sakın kader deme” belgeseli de 2,1 milyon kez izlenmiş.
Start-Up gazetecilik eleştirisi
Belgeselden Babacan çok memnun. Bu kadar çok izlenmesini “Anlaşılan çok seslilik hepimize iyi geldi” diye muştuladı bir paylaşımında.
Ancak “Sakın kader deme” belgeseli, medya ve iletişim çevrelerinden eleştiri aldı. Gazetecilik açısından yetersiz bulanlar ve “PR çalışması” diye nitelendirenler oldu bu belgeseli. Gazeteci Can Mumay, belgeselin “Ana akımın dijital hikâye anlatıcılığında yarattığı boşluğu doldurduğunu” vurgularken, “Ortak eleştiri ise içeriğin gazetecilik nosyonundan eksik hazırlanmış olması” dedi paylaşımında.
Gazeteci Can Ertuna da “müzikle yoğurulmuş kurgu ritmi, hareketli kamera vs. başarılı bir tanıtım filmi. Eksik şey ise gazetecilik perspektifi. 13 yıl bakanlık görevine dair birçok nokta yok” değerlendirmesinde bulundu.
En sert eleştiri Gazete Pencere’de yazan Emre Aksu Keten’den geldi. “Babacan, 140Journos ve start-up gazetecilik” başlıklı şöyle noktalanıyordu:
“…start-up gazetecilik, projeler ve fonlarla çıktığı yolda en fazla çabayı yeni projeler yazmak, yeni fonlar bulmak için harcayacaktır. Yeni fonların kazanılamadığı noktada ise sürekli yeni gelir modelleri, yeni girişimler, yeni alanlar aranacaktır. Bu sonsuz girişimcilik döngüsünün sonucu ise ‘özgür haberciliği savunan bağımsız bir karşı medya olma’ iddiasıyla çıkılan yolun Babacan’ın tanıtım videosu çekmeye varması olacaktır.”
Ardından 140Journos’un kurucusu Engin Önder, TGS’nin Journo sitesinde yanıtladı bu eleştirileri. “Babacan çalışması “Bu bir PR işi değil. Biz para almadık bunun için. Alsak bayağı para alırdık herhalde. Ama o zaman da 140journos’da yayımlamazdık. Hiçbir siyasi konuda, reklam olduğunu söylemeden yayına alacak kadar ucuz değil bizim emeğimiz.”
140Journos’un gelir modeli
Engin Önder’in yanıtlarını dinleyenlerden biri olan akademisyen Orhan Şener, eleştirisinde biraz “yumuşadı”, ikinci paylaşımında “En azından kötü bir niyet olmadığını düşünüyorum” dedi. İlk paylaşımında çok sertti gerçekten. “Babacan için başarılı, 140j için (gazetecilik iddiaları varsa) felaket bir iş olmuş. Gerçi bildiğim kadarı ile bir gazetecilik iddiaları artık yok. Durum bu ise başarılı bir görsel içerik ajansı denebilir kendilerine” demişti.
Ben de Engin Önder’in belgeselle ilgili açıklamalarını değerli buldum. Ancak benim açımdan yanıtlanması gereken, bu kadar büyük bütçeli bir işi nasıl finanse ettikleri gibi açıkta kalan bazı noktalar vardı. Onları da kendisine sorup yanıtlarını aldım:
– “Gelir modelimiz Türkiye’nin en büyük markalarına reklam filmi çekmek. Hikâye soslu” demişsiniz. “Sakın kader deme”nin finansmanı da bu yolla mı sağlandı?
Önder- “Sakın kader deme” belgeselini de finanse eden kaynak, tamamıyla 140journos öz kaynaklarıdır. Kanalımızdaki her video, bundan sonra gelecek videolar da yine bu kaynakla finanse edilmektedir.
– Bu belgeselin “gazetecilik sorumluluklarını yerine getirdiğini”, Ali Babacan’ın nesnel biçimde izleyiciye aktarıldığını düşünüyor musunuz?
Önder- 140journos içeriği her zaman bu şekilde hazırlandı. Geçmiş çalışmalarımıza bakarsanız insan hikâyesi ve dönem hikâyesi kurarken başvurduğumuz yöntemlerden farklı bir şey yapmadığımızı görebilirsiniz. Habercilik, belgesel, sinema, fotoğraf, müzik ve reklamcılık disiplinlerinin anlatıcılık kapasitelerinin gerçek hikâyelerle buluşmasını sağlıyoruz.
140journos ekibinde tam zamanlı olarak çalışan iki profesyonel gazeteci arkadaşımızın Mayıs 2020’de TGS’ye yaptığı basın kartı başvurusunun 140journos’un gazetecilik kurumu olarak görülmediği için kabul edilmediğini de belirtmek isterim. Basit bir meslek kartının dahi ekibimize tanınmadığı bir durumda gazetecilik müdafaası vermemizin beklenmesinin bir tezat oluşturduğunu düşünüyoruz.
– “Sakın kader deme” belgeselinin bazı gazeteci arkadaşlar tarafından PR işi olarak değerlendirilmesinin nedeni sizce ne olabilir?
Önder- Bizler sorularımızı ısrarla sorup yanıtlarını alıp elimizdeki görüntüleri işleyerek belgeselimizi hazırladık. Ali Babacan, günün sonunda artık bir siyasi parti lideri.
İktidarın rakibi, muhalefetin yeni bir ortağı. Bu yeni karakterin anaakım medyada alan tanınmadığı için güçlü bir 140journos içeriğine özne olması ve bu şekilde internette gençlerin olduğu bir mecraya popüler bir giriş yapması üzerinden bir okuma yapılarak “pr” değerlendirmesine ulaşıldığını görüyoruz. Ama bu tamamiyle yanıltıcı ve yanlış bir görüş. Biz sırf tarafsızlık iddiamızı pekiştirmek için Babacan planlaması sürerken Doğu Perinçek ile de anlaştık. Siyasi kartelanın farklı uçlarındaki iki karakteri çekebilme becerisinin tarafsızlık olmasa bile çok taraflılığımızı gösterebileceğini düşündük.
– Maçoğlu, İmamoğlu belgeselleri ile bu belgesel arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?
Önder- İmamoğlu ve Maçoğlu’yla yaptığımız çalışmalar yerel seçimler kapsamındaki seçim kampanyasının son günlerini içeren tanıklıklarımızdan ibaret. Dar bir zaman ve o dar zamanda tek bir karakterin seçim kampanyasındaki yolculuğu anlatılıyor. Ali Babacan çalışması ise seçim dönemi dışında, seçim telaşesi dışında, Türkiye’nin son 20 yılından anekdotlarla Ali Babacan’ın kendisini ve AK Parti hikâyesinin pek bilmediğimiz taraflarını ve yorumlarını anlatıyor. “Sakın kader deme” asla bir Babacan belgeseli değil, bir süreç anlatısı diyebiliriz. Diğerlerinden ayıran en büyük fark bu.
– Bu belgeselin çekiminde kurgu ne kadar yer alıyor? Öyküleştirirken gerçekten kopulduğu oldu mu? Sizce bu belgesel izleyenlere ne anlattı?
Önder- Bu 140journos belgeselinin hiçbir karesi “kurgusal” bir durum içermemektedir. Şaşırtıcı derecede akıcı olmasının sebebi çok uzun saatler röportajlar alınması ve alınan röportajların damıtılmasından kaynaklanmaktadır. Üretim reçetemiz budur. Bir insanla iki hafta beraber geçirip beş kişi iki kamera 72 saat çekim yapan ve güçlü bir access’i olan herkes böyle kareler, anlar ve hisleri görüntülü olarak yakalayabilir.
Tabii bunlar soru ve yanıtlardan kısaltarak hazırladığım bir özet. Engin Önder’in yanıtlarının tam metni yazının hemen altında.
Sorgulayıcı gazetecilik eksik
Engin Önder ile görüştükten sonra “Sakın kader deme” belgeselini yeniden izledim, Onunla da yetinmeyip İmamoğlu ve Maçoğlu belgesellerine de baktım. Ayşe Çavdar’ın Birikim’deki “Ali Babacan’ın Boğaçhan olarak portresi” dile getirdiği gibi, ben de bu belgeselin “düz bir propaganda filmi olmadığını” ve siyasi figürlerle ilgili diğer belgeselleriyle arasında çok fark olmadığını düşünüyorum.
Politikacılarla ilgili tüm belgesellerinde aynı “görsel işitsel dili” kullanıyorlar, aynı anlatım tarzını, aynı yaklaşımı sergiliyorlar. Maçoğlu ya da İmamoğlu için kullandıkları dil ve anlatım tarzı ile Babacan için kullandıklarından farklı değil. Babacan belgeseline “PR çalışması” ya da “tanıtım filmi” eleştirileri yöneltenler o belgeselleri gözden mi kaçırdılar, bilemem.
Konu aldıkları siyasi figürlere aynı ölçeklerle yaklaşmaları taraf olmadıklarını gösteriyor. Ama 140Journos’un hazırladığı siyasi portre belgesellerinin tümü gazetecilik sorgulayıcılığı ve eleştirel yaklaşım açısından sorunlu. Anlatımda kişiyi olumlayıcı ve artılarını öne çıkaran bir dil var. Üzerine bir de çok başarılı sinematografik çekimler ve öyküsel anlatım ile müzik binince belgeselin “tanıtım filmi”ne dönmesi ve böyle algılanması kaçınılmaz sonuç.
Gazetecilik çalışmalarında temel amaç gerçeğin aktarılmasıdır; bir kişinin övgülere boğulması ya da yerin dibine batırılması değildir. Odaklanılan siyasi figürün olumlu-olumsuz yanları, artıları-eksileri, yanlışları-doğruları birlikte nesnel bir dille aktarılır. İzleyiciye o kişi hakkında karar verebilmesi için gerekli bütün veriler eksiksiz sunulur.
“Sakın kader deme” belgeselinde böyle bir Ali Babacan anlatımı yok. Artıları, başarıları, olumlu yanları öne çıkarılmış. Sempatik, kararlı, deneyimli, birikimli, ülkesini ve insanları için kaygılanan, onlara umut veren bir politikacı ve devlet insanı portresi sunuluyor belgeselde. “Başkaları korksun, bizim korkacak bir şeyimiz yok” diyecek kadar cesur ve görev yaptığı dönemde ekonomik sorunları çözmüş, dış ilişkilerde büyük başarılar yakalamış bir Ali Babacan çıkarılıyor karşımıza.
Öyle bir siyasetçi ki Babacan, olumsuz, eksik, yanlış yanları neredeyse hiç yok. 12 yıl süren bakanlığı dönemiyle ilgili yanlışlık ve eksiklikler geçiştiriliyor. Hatta Babacan belgeselde “Gezi’den sonra otoriterleşme” olduğunu söylüyor; sonra “İçeride doğruları söyleme mücadelesi verilebilir diye düşündüm. İlk ayrılma teşebbüsüm 2009 Mart seçimlerinden sonra rasyonel olarak baktığımda ciddi sorunlar görmeye başlamıştım” diye konuşuyor. Böylece Erdoğan yönetiminde gördüğü yanlışlıklar nedeniyle bakanlıktan kendisinin çekildiği izlenimi doğuyor.
AKP dönemine yönelik eleştirilerden de muaf tutuluyor. Belgeselde görebildiğim kadarıyla vatandaştan gelen tek eleştirel yaklaşım, Babacan’ın yolda karşılaştığı bir kadının ağzından dile getiriliyor; “Bu tarz fikirlerinizi hükümetteyken söyleyip ayrıcalıklarınızı gösterebilirdiniz.” O kadar. Onun dışında bütün vatandaşlar tarafından seviliyor, beğeniliyor, destekleniyor.
Belki de sorunun kaynağı, 140Journos’un habercilik ve reklamcılığı “Yeni medya yayıncılığı” adı altında birleştirme iddiasında. Birlikte yürütülürse reklamcılığın aralarında kan uyuşmazlığı olan haberciliği zehirlemesi, ortaya çıkan ürünün habercilik kategorisinin dışına kayması kaçınılmaz.
İyi niyetli bir çabanın ürünü olan “Sakın kader deme” belgeseli maalesef bu yanlışın izlerini taşıyor. Tanıtım filmi eleştirilerinin nedeni de bu olsa gerek.
Faruk BİLDİRİCİ/ 5 Haziran 2020
140JOURNOS’UN KURUCUSU ENGİN ÖNDER\’E SORULARIM VE YANITLARININ TAM METNİ:
Bildirici- Journo’da “Bizim gelir modelimiz Türkiye’nin en büyük markalarına reklam filmi çekmek. Hikâye soslu” demişsiniz. “Sakın kader deme” belgeselinin finansmanı da bu yolla mı sağlandı?
Önder- “Sakın kader deme” belgeselini de finanse eden kaynak, tamamıyla 140journos öz kaynaklarıdır. Kanalımızdaki her video, bundan sonra gelecek videolar da yine bu kaynakla finanse edilmektedir. Youtube kanalımıza videolar koymaya başladığımız 3.5 yıldan beri 140journos’un 150’den fazla videosu aynı yöntemle finanse edilmiştir. Bu yöntem başarıyla işlemekte ve 4. yılına girerken hâlen bağımsız kalmamızı sağlamaktadır.
140journos’un hazırladığı belgeseller arasından yalnızca Blutv platformu üzerinde yayınlanan dokuz orijinal belgesel, özkaynak/reklam prodüksiyonundan kazanılan gelirle değil de Blutv platformu tarafından bize sağlanan prodüksiyon finansmanı ile hazırlanmıştır.
Bildirici- Bu belgeselin “gazetecilik sorumluluklarını yerine getirdiğini”, Ali Babacan’ın nesnel biçimde izleyiciye aktarıldığını düşünüyor musunuz?
Önder- 140journos içeriğinin nereden ve nasıl kurulduğunu çok iyi anlamak gerekiyor. 140journos içeriği her zaman bu şekilde hazırlandı. Geçmiş çalışmalarımıza bakarsanız insan hikâyesi ve dönem hikâyesi kurarken başvurduğumuz yöntemlerden farklı bir şey yapmadığımızı görebilirsiniz. Habercilik, belgesel, sinema, fotoğraf, müzik ve reklamcılık disiplinlerinin anlatıcılık kapasitelerinin gerçek hikâyelerle buluşmasını sağlıyoruz. Sorularımızla, gözlemlerimizle gerçeği kaydediyor, diğer disiplinlerle de bu veriyi işliyoruz.
Peki sonra? Tüm bu ham gözlemler ve gerçeklerin işlenmesi aşamasında bir dizi kreatif tercih yapılıyor. Anıtkabir’de mozoleye çelenk koyulurken arkada daha yayınlanmamış yeni James Bond filminin soundtrack’inin çalması o gözlemimizi pekiştirmek için kullandığımız bir yöntem. Takipçilerimizin yüzde 81’ini oluşturan 18-35 yaş arası Y nesli belirli bir internet/medya okuryazarlığına sahip. Aynı görüntüyü izlerken arkada çalan müziğin içindeki sözlere dahi bakıp tüm içeriği bütünlüklü olarak anlamaya çalışıyor. Bu boyutları kaçırmanız durumunda içeriği de tabii ki doğru özümsemek mümkün olmuyor. İçerik formatımızla yeni karşılaşan çok ciddi bir kesim olduğunu video istatistiklerinden görebiliyoruz.
Uzun yıllardır uyguladığımız bir yöntem, hem Ali Babacan gibi kapalı bir kutuyu ilk kez bu denli kamuoyuna açtığı hem de dilimizi tanımayan birçok yeni izleyici kümesinin ilk kez bu içeriği izleyerek yayınımızı yorumlamasından dolayı bir “gürültü” yaşandığı kanaatindeyiz. İzleyicimiz “görmemiş” ya da “bilmiyor” değil. Kendisine ücretsiz olarak sunulan bu içerik formatında, aklıyla alay etmeyen, akıllı içerikleri çözümlemeye giderek daha da alışıyor.
140journos ekibinde tam zamanlı olarak çalışan iki profesyonel gazeteci arkadaşımızın Mayıs 2020’de Türkiye Gazeteciler Sendikası’na yaptığı basın kartı başvurusunun 140journos’un gazetecilik kurumu olarak görülmediği için kabul edilmediğini de bir not olarak belirtmek isterim. Basit bir meslek kartının dahi ekibimize tanınmadığı bir durumda gazetecilik müdafaası vermemizin beklenmesinin bir tezat oluşturduğunu düşünüyoruz.
Bildirici- “Sakın kader deme” belgeselinin bazı gazeteci arkadaşlar tarafından PR işi olarak değerlendirilmesinin nedeni sizce ne olabilir?
Önder- Ali Babacan’ın katıldığı diğer röportajlarda da vermediği bir özeleştiri noktası var. 140journos röportajı sırasında da o bölgeye girildiğinde benzer şekilde yanıtlar verdiği söylenebilir. İktidarın içerisindeyken alınan kararların toplu sorumluluğunu kabul edip her kararın yüzde 100 sorumluluğunu kabul etmiyor olması, kendisinin şahsi ve siyasi bir tercihidir.
O tutumu tabii ki yanıtlarını etkiliyor. Ak Parti’nin tüm özeleştirisinin kendisine yüklenmesine karşı çıktığı çok aşikar. Ancak bu onun tercihidir. Bizler sorularımızı ısrarla sorup yanıtlarını alıp elimizdeki görüntüleri işleyerek belgeselimizi hazırladık. Ali Babacan, günün sonunda artık bir siyasi parti lideri.
İktidarın rakibi, muhalefetin yeni bir ortağı. Bu yeni karakterin anaakım medyada alan tanınmadığı için güçlü bir 140journos içeriğine özne olması ve bu şekilde internette gençlerin olduğu bir mecraya popüler bir giriş yapması üzerinden bir okuma yapılarak “pr” değerlendirmesine ulaşıldığını görüyoruz. Ama bu tamamiyle yanıltıcı ve yanlış bir görüş.
Biz sırf tarafsızlık iddiamızı pekiştirmek için Babacan planlaması sürerken Doğu Perinçek ile de anlaştık. Siyasi kartelanın farklı uçlarındaki iki karakteri çekebilme becerisinin tarafsızlık olmasa bile çok taraflılığımızı gösterebileceğini düşündük.
Babacan ekibiyle ilk yazışmalarımızda, sunduğumuz akışın ve perspektifin kabul görmediğini, o nedenle 140journos olarak istediğimiz şekilde access alamazsak bu çekimlerin yapılıp yayına alınmayacağını da Babacan ekibine açık net bir şekilde söyledik. O anlamda içimiz çok rahat. Tüm yazışmalarımız da yazılı ortamda yapıldığı için bir iddiası olan herkesle münazara edecek kadar donemiz var.
Ali Babacan’ın son çıkan üründe kimlik, ev adresi gibi kişisel bilgilerinin gizliliği dışında hiçbir müdahalesinin olmadığını bir kez daha belirtmek isteriz.
Bildirici- Daha önceki Maçoğlu, İmamoğlu belgeselleri ile bu belgesel arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?
Önder- İmamoğlu ve Maçoğlu’yla yaptığımız çalışmalar yerel seçimler kapsamındaki seçim kampanyasının son günleri ve seçim akşamını içeren tanıklıklarımızdan ibaret. Çok daha dar bir zamanı ve o dar zamanda tek bir karakterin seçim kampanyalarındaki kısa bir yolculuğu anlatıyor. Ali Babacan çalışması ise seçim dönemi dışında, seçim telaşesi dışında, Türkiye’nin son 20 yılından anekdotlarla Ali Babacan’ın kendisini ve AK Parti hikâyesinin pek bilmediğimiz taraflarını ve yorumlarını anlatıyor. “Sakın kader deme” asla bir Babacan belgeseli değil, bir süreç anlatısı diyebiliriz. Diğerlerinden ayıran en büyük fark bu.
Bildirici- Bu belgeselin çekiminde kurgu ne kadar yer alıyor? Öyküleştirirken gerçekten kopulduğu oldu mu?
Önder- Bu 140journos belgeselinin hiçbir karesi “kurgusal” bir durum içermemektedir. Şaşırtıcı derecede akıcı olmasının sebebi çok uzun saatler röportajlar alınması ve alınan röportajların damıtılmasından kaynaklanmaktadır. Üretim reçetemiz budur. Bir insanla iki hafta beraber geçirip beş kişi iki kamera 72 saat çekim yapan ve güçlü bir access’i olan herkes böyle kareler, anlar ve hisleri görüntülü olarak yakalayabilir.
“standart bir röportajda karşınızdaki özneyle ancak röportaj boyunca 1-2 saat geçiriyorsunuz ve kişiyi tanımaya dair çabanız ancak orada sorduğunuz sorularınızla kendini gösterebiliyor. Bizim yöntemimiz ise yeni medya ortamında yayınlanacak belgeselci bir çalışma olduğu için kişinin hayatına eklemlenmek ve hayatın doğal akışı içerisinde o kişiyi kaydetmek, yeri geldiğinde, doğru çarpışma noktaları geldiğinde de sorularımızı sormak gibi aşamalardan oluşuyor. Örneğin bir odada oturup ODTÜ günlerini sormuyoruz. Ali Babacan’ın şahsi ve ailevi rutininin içerisinde ODTÜ tesislerini kullandığını görüyoruz ve röportaj mekanları arasına ODTÜ’yü de katıyoruz. ODTÜ’ye gidiyoruz ve ODTÜ’de öğrencilerle bir sohbet ortamı yaratıyoruz. ODTÜ’de “çatı” denilen meşhur kafe-restoran ortamında öğrencilerle teknik bir konudaki sohbetini gösteriyor, öğrencilerle doğal ortamda soru-cevaplarını kaydediyor, sonrasında da ODTÜ’nün en sembol alanı olan stadyumda çimlere oturmaya gidiyoruz.
Bunların hiçbiri kurgusal durumlar değil, röportajlarımızı zamana ve mekanlara yayarak alma yöntemimizin doğal bir çıktısıdır. Bu format farklı siyasi figürlerle yaptığımız çalışmaların kamuoyuyla buluşması devam ettikçe daha da iyi anlaşılacaktır ve bu formatın Ali Babacan için geliştirilmediği, 140journos standardı olduğu geniş kesimler tarafından daha da iyi anlaşılacaktır.
Bildirici-Sizce bu belgesel izleyenlere ne anlattı?
Önder- Belgesel izleyenlere Türkiye’nin en uzun soluklu iktidarlarının ortaya çıkış sürecinden, ayrılmalar ve politik yön değiştirmesine kadar birçok şeyi gösteriyor. Bir noktada Erdoğan’ı, Erdoğan’ın eski bir arkadaşından dinliyoruz. Yani bu belgesel aslında salt olarak Babacan’ı değil, bir o kadar da Erdoğan\’ı anlatıyor.
Türkiye’nin sorunlarının her yaştan insan tarafından doğru bir şekilde görüldüğü, tespit edildiği ve her ortamda dillendirildiği, mevcut siyasi iklimin insanlarda bıraktığı endişelerin farklılıklarını dinliyoruz. Ak Parti’nin 18 yıllık iktidarının aslında bir koalisyondan oluştuğunu, bu koalisyonun içindeki farklı beyinlerin farklı zamanlarda farklı fikir ayrılıklarıyla bu trenden indiğini, gücün şu anda çok daha dar bir kadronun elinde olduğunu ve ülkede sorun üreten mekanizmanın alelacele getirilen bir yeni yönetim sisteminin yan etkileri olduğunu Türkiye’nin en uzun süre görev yapan bakanının perspektifinden çözümlüyoruz.
Fikir ayrılığına düşen Babacan’ın eleştirisinin kaynağını anlıyor, bir teknokrattan bir siyasi lidere dönüşürken kullandığı yöntemleri (dinlemek, istişare etmek, toplu karar almak) gerçek toplantı ortamlarında izliyoruz. Türkiye’nin 20 yılına dair muhasebe yapması ve yeni siyasi konumlamasını anlatması için tüm bu anlatımları Babacan üzerinden yapıyoruz.
Bizim için siyasal polemikler değil kişiler arasındaki kırgınlıklar, anlaşmazlıkların boyutlarını samimi bir şekilde dinlemek çok daha kritik görsel-işitsel öğeler sunuyor. Belki çoğu gazetecinin kendilerine tanınan mecralarda ifade etmesinin mümkün olmadığı anları ve durumları ve anlattığımızı ve tekrar tekrar izlenebilen bu belgeselin popülaritesinin bu yöntemden kaynaklandığını düşünüyoruz.