Türkiye’nin bu bataklığa girmesi, oradaki istikrarsızlığı artırmaktan ve Mehmetçiği tehlikeye atmaktan başka bir işe yaramayacak
Takvimler 2010 yılının Aralık ayını gösterirken, Tunus’ta üniversite mezunu bir seyyar satıcı olan Muhammet Bouzazi’nin kendisini yakmasıyla modern tarihin en önemli sosyal ve siyasal dönüşüm süreçlerinden birisi başladı. Adına Arap Baharı adı verilen bu dönüşüm sürecinde baskıcı ve otoriter yönetimlere karşı Arap ülkelerinde halk hareketi başladı. En sancılı yaşandığı yerlerden biri de Libya oldu.
O tarihlerde Hürriyet gazetesindeydim. Şubat 2011’de Trablusgarp’a gittim ve 10 gün boyunca eylemleri izledim. Sokakta herkesin elinde silah vardı. Özellikle akşam saatlerinde yoğun çatışmalar yaşanıyordu. Can güvenliği yoktu. Libya’daki Türk şirketlerinde çalışanlar, canlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünemiyordu. Türkiye’den IDO gemileri ve askeri uçaklar geliyor ve can pazarına dönmüş hava ve deniz limanlarından vatandaşlarımızı alarak yurda getiriyorlardı. 27 yaşındaki Yunus Emre Çelik adındaki bir Türk’ün öldürüldüğü bilgisi geldi. İki gazeteci arkadaşımla olay yerine gittik. Daha birkaç saniye olmuştu ki, yanımızda 5-6 araç birden bitiverdi.
Araçlardan inen sivil kıyafetli ve daha çok ‘soyguncu’ olduklarını düşünebileceğim insanlar bağırmaya başladılar. Araçlardan birinden orta yaşlı ve asker kıyafetli biri indi ve bizim elimizden kameralarımızı alıp kendi araçlarına binmemizi emretti. Bizim aracımızı da onlar kullanarak, bulunduğumuz yere 500 metre mesafedeki yeşil demir kapılı bir binaya götürdü. Tek tek sorguya aldılar. Bir müddet bekledikten sonra, ‘Albay’ olduğunu tahmin ettiğim bir Libyalının odasına götürdüler.
Polat Alemdar hayranı Albay
Manzara şuydu: Yağmurlu ve buz gibi bir havada, üstünde eşofmanı, ayağı çıplak, terlikli bir şahıs. Deri ve tahta mobilyalı bir masaya oturmuş, sigara üstüne sigara içiyordu. Bu manzarayla onun asker olduğunu düşünmemiz imkansızdı. Pasaportlarımızı aldı ve bize birer kahve sipariş etti. Önce Libya’yı çok sevdiğini, yabancıların bu ülkeyi yıkmasına izin vermeyeceklerini, Muammer Kaddafi’nin dünyanın en büyük lideri olduğunu söyledi.
Türkleri ve özellikle de o yıllarda Başbakan olan Erdoğan’ı seviyorlardı.
Erdoğan’ın ‘One Minute’ çıkışı, Libya’daki sorgulanmam sırasında işe yaradı. Seyretme imkanını hiç bulamadığım ancak hep duyduğum ‘Kurtlar Vadisi dizisi’ daha da çok işe yaradı. Bizi sorgulayan kişi kendisinin ‘Murat Alemdar’ (Polat Alemdar’ın Libya’daki adı) olduğunu söylüyor ve yanındakini de işaret ederek ‘Bu da Memati’ diyordu.
Kendisini bir Türk dizisinin kahramanları olarak gören ve onlar gibi hareket etmeye çalışanlar tarafından sorgulanıyorduk. Ben Türkiye’nin Libya Büyükelçiliği’ne ulaşmak istediğimi, Büyükelçi’nin bizleri tanıdığını, bizim gözaltında tutulmamızın iki ülke arasında kriz yaratacağını söyledim. Bir şey değişmedi. Belki de Libya’ya gelirken cebime Polat Alemdar ve Memati’nin resimlerini koysaydım sorgu daha kısa sürerdi. Dört saati gözlerimiz bağlı olarak tam 19 saat boyunca sorgulandık. Dönemin Libya Büyükelçisi Levent Şahinkaya’nın girişimleriyle kurtulduk ve askeri bir uçakla apar topar Türkiye’ye döndük.
Türkiye hedef ülke
19 Mart günü NATO önderliğindeki Batılı güçler Kaddafi rejimin sivil insanları öldürmesini bahane ederek ‘Şafak Yolculuğu Operasyonu’ adını verdikleri hava ve deniz harekâtına başladılar. Türkiye ve Erdoğan sevgisi de o andan itibaren, ‘Kurtlar Vadisi’ dizisine rağmen bitti. Türkiye tam tersi ‘hedef ülke’ haline geldi. NATO operasyonunun ardından daha da güçlenen muhalifler, ABD’nin girişimiyle 27 Şubat tarihinde “Ulusal Geçiş Konseyi” altında birleştiler. Konseyin başına da bir dönem Adalet Bakanlığı da yapmış olan Mustafa Abdül Jalil getirildi. Ve Kaddafi’yi devirdiler. Ağustos ayına kadar yaşanan çatışmalar nihayet 28 Ağustos 2011’de Trablus’un düşmesiyle sona erdi. Savaşın sona ermesinden 20 Ekim 2011 tarihine kadar Kaddafi ülkenin her yerinde arandı. Hakkındaki pek çok spekülasyona rağmen Sirte kenti yakınlarında saklandığı öğrenildi ve sulama kanalında muhalifler tarafından sağ olarak ele geçirilse de katledilerek öldürüldü. Böylece Libya tarihinde bir dönem sona ermiş oldu.
Kaddafi sonrası
Ancak ülke daha da istikrarsız hale geldi. Libya üç ana bölgeye bölündü. Ülke coğrafyasının çok büyük bölümü Libya Ulusal Ordusu desteğindeki (Bingazi) Tobruk Hükümeti’nin kontrolündeydi. İkinci büyük otoriteyse 2015 yılında BM inisiyatifiyle kurulan ve merkezi Trablus’da bulunan Ulusal Mutabakat Hükümeti’ydi. Üçüncü büyük güç ise güney batı çöllerinde yerleşik Tuareg ve Tebu ailelerinin başını çektiği Berberi aşiretleriydi. Geleneksel Berberi kabileciliğini savunan Tuareg’ler savaştan sonra güçlerini merkezi otoriteye bırakmak istemediler. İşte halen varlığını sürdüren bu üç otorite Libya sorununun çözülmesinde en önemli engel olarak duruyor.
Kaddafi sonrası Libya’da en kritik konu, kabilelerin durumu. Ülkenin önemli kabileleri Tuareg Warfela, Migraha ve Kazazife kabileleri aralarında çatışma halindeler. Özellikle petrol yatakları konusunda anlaşmazlık içindeler. Libya ordusuna ait silahların yağmalanmış durumda. Petrolün önemli bir kaynak olması Libya’daki iç çatışmaları körükleyen husus. Batılı şirketlerin Libya petrollerinden pay kapma yarışları, iç savaşı tehdit eden bir rekabet yaratıyor. Libya’da Arap Baharı, diğer ülkelerde daha yıkıcı yaşandı ve Kaddafi dönemindeki refah ve huzuru mumla arıyor.
Demem o ki, Türkiye’nin bu bataklığa girmesi, oradaki istikrarsızlığı artırmaktan ve Mehmetçiği tehlikeye atmaktan başka bir işe yaramayacak. Türkiye enerjisini diplomasiye vermeli ve burada elini güçlendirmeli.